Gerçekliğini uzun süredir koruyan fakat benim ancak yakınlaştığım bir şey oldu kadın futbolu. Evde ölümüne fanatik 3 erkek aile üyesinin bağırış çağırış, küfür kıyamet maç izleyişleri çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın özeti adeta. Bırakın maçı izlemeyi evde sesine bile tahammül edemediğim bir şeye dönüşmüştü. Evin kadınları çok fazla tepki gösterince bu sefer erkekler küfürleri Arapça ederek herkesin gönlünü hoş tutmaya çalıştılar. Çabaya bakın! Küfretmemek, bağırıp çağırmamak, tuttukları takım gol attığında haykırmamak bir seçenek değilmiş gibi bambaşka bir çözüm yolu bulundu. Halbuki aynı kültürde büyümüştük ve o küfürleri biz de biliyorduk…
Acılı çocukluk anılarımdan da anlayacağınız üzere futbol hem bizim küçük ailemiz için hem Türkiye için ve aslında hem de Dünya için bir erkek sporu. Öyle bir sahiplenilmiş ki bu spor erkekler tarafından, evde sakin sakin oturan babalarımızın ve erkek kardeşlerimizin başka bir yüzünü görmemize yardımcı olmuş aslında. İşin bireysel psikolojik yanını hızlıca bir kenara bırakarak toplumsal kısmına değinmek istiyorum fakat yine bir anıyla; tevellüdüm 80’lere dayandığı için ilkokuldan sonra bir kolejde 1 sene İngilizce hazırlık okudum. O sene beden eğitimi öğretmenimiz seçtiği 11 kıza acilen forma aldırdı ve birkaç gün içinde kendimizi sahada bulduk. Sahada derken maçta yani. Sıfır antrenman ve daha kötüsü sıfır futbol bilgisiyle. Kimilerimizin hangi kalenin bizim olduğunu bile bilmediğimiz bir maçta erkek takımıyla oynadık. Bu da haliyle 20-0 gibi bir skor doğurdu. Kız takımına karşı erkek takımı oynadı mı? Oynadı. Uzaktan görünen fotoğraf şahane. Maçtan sonra öğretmenimizle konuşunca bir şeyler netleşmişti fakat çocuk aklımızla pek de anlayamamıştık doğrusu. Öğretmenimiz bize kısaca “Sizle antrenman yapsak ne olacaktı ki?” demişti. Neresinden baksanız sinir bozucu. Futbolun “erkek meşguliyeti” olmasından kaynaklı uğradığımız zorbalık, henüz 11-12 yaşındaki çocuklara cinsiyet ötekileştirmesi yapan bir müdür yardımcısı ve aynı zamanda beden eğitimi öğretmeni. Değişim nerede başlar? Ben bu sorunun yanıtını “okul” olarak anımsıyorum…
Elbette tüm bu anlattıklarım ve anlatacaklarım aslında aynı noktada toplanıyor; toplumsal cinsiyet rolleri. Gelin kadın futbolu üzerinden bu rolleri okuyalım. 19. yüzyılda erkekler tarafından icat edilen futbolun tek alımlayıcısı erkekler olarak belirlendi. Bunun üzerine 20. yüzyılın önemli bir bölümünde kadınlara futbol yasaktı. Yalnızca toplumsal bir kalıptan bahsetmiyorum bu sefer, cezası olan bir yasaktan bahsediyorum. Kendi alanlarındaki hakimiyeti kadınlara kaptırmak istemeyen erkek egemen toplumlarda uygulanan bu yasak çok yakın tarihe kadar da devam etti. Çünkü dünyanın her yerinde erkeksi ve sert oynanan, adeta bir dövüş sporu gibi icra edilen, tezahüratların bile cinsiyetçi küfürlerle dolu olduğu, sınırları en maskulen şekilde çizilmiş bir spor olarak var olmuş futbol. Bu hikâyede kadınlar kendilerine yer bulmakta çok zorlanmışlar bu yüzden. 1920’li yıllarda Avrupa’da kadın futbolu görünür olmaya başladığında Türkiye’de de bahsedilmeye başlanmıştı. Elbette tahmin edeceğiniz üzere gazetelerde “Oldu olacak pehlivanlık da yapsınlar” ya da kadınların annelik rolünün derdine düşerek, kadınlıkla futbolun örtüşmediği minvalinde bazı yazılar paylaşıldı bu dönemde. Tüm bu tepkiler ani bir kırılma yaratmayı engellemekle birlikte Türkiye’de kadın futbolunu 1950’li yıllara kadar ötelemeyi başardı.
Fakat Türkiye’de gerçek anlamda bir takım kurulması için 1968 yılına kadar bir girişim olamıyor. 1968 yılında da babalarından veya evlilerse eşlerinden yazılı izin getirmeleri şartıyla takım kurma girişiminde bulunuluyor fakat nihayete ermiyor. Burada bir duralım değil mi? Babadan ya da kocadan alınan izinle kadınların bu spora dahil olmaları isteniyor. Peki böyle bir izinden voleybol için, jimnastik için ya da yüzme için bahsedebiliyor muyuz? Öyle belirlenmiş sınırlardan bahsediyoruz ki futbola dair, kadınlar bu sınırlardan içeriye kapıları zorlaya zorlaya girebiliyorlar ancak. Bu da beni yönetmenliğini Jafar Panahi’nin yaptığı, bir İran filmi olan Offside’a götürüyor usul usul. Kadınların stadyumda futbol izlemesinin yasak olduğu İran’da Dünya Kupası oynanır ve bu maçı ne pahasına olursa olsun kaçırmak istemeyen bir grup kadın kaçak yollarla ve erkek kılığında stadyuma girerler. Bu film muazzam bir sistem eleştirisi. Kadınların ev mekânından çıkmaması gerektiğine dair erkek egemen algının şekillenmesi ve erkek mekânına kadınların girmesi durumunda yaptırımlarının da büyük olacağının resmini çiziyor adeta. Elbette bu film İran gerçeklerinden besleniyor. Bir futbol maçı üzerinden toplumsal cinsiyet rollerini açığa çıkartıyor. Peki ya kadının, babadan ya da kocadan alınan izinle futbol oynayabilmesi aynı kapıya vardırmıyor mu bizleri? Hiçbir toplumda kadınların erkeksileşmesi istenmez, bırakın futbolu, kadınlar iş yaşamında bile ötekileştirilerek, eşit işe eşit ücret verilmeyerek, anneliği bahane edilerek eşitlikten uzaklaştırılıyorlar. Bu yüzden kadının çizilen rolünü burada tam anlamıyla belirlemek gerekiyor: bir kadının tamamlanması ve gerçek bir kadın olabilmesi için önce anne olması gerekir, her zaman şefkatli, sevecen ve munis olmalıdır, kocasını idare etmeli, evi çekip çevirmelidir. Tüm bunların yanında bir de bakımlı, özenli, zayıf olmalı ve asla erkeksi bir kıyafet ya da tavır içinde olmamalıdır.
Erkeksileşme demişken Türkiye futbol dünyasına dair değinilmesi gereken bir nokta daha var bence; o da çok yakın bir zamana kadar devam eden futbol yorum programlarındaki kadının yeri. Mümkün olan en seksi kıyafetle yorum programlarında adeta konu mankeni gibi bir bar taburesinde oturup, 3-5 cümleden fazlasını etmeyen kadın figürünü dahi gördük televizyonlarda. Bu figür aslında kadının yerini belli eden, sınırları çizen, eril hegemonyanın temsili niteliğinde bir görüntü değil mi? Bu program figürleri, futbola dair bir yorumda bulunmazken programın açılışını ve kapanışını yapmakla mükellef, susan, yerini bilen ve futbolda varlığını sürdürecekse de cinsel çekiciliğiyle sürdürecek bir model oluşturdu.
Değinilmesi gereken bir diğer mevzu da aslında bence başlı başına bir yazı konusu olan; kadın seyircili maç oynama cezasının ne kadar da aşağılayıcı olduğu. Çok yakın bir tarihe kadar uygulanan, kulüplere maça seyircisiz çıkmaktan “daha kötüsü” olan kadın ve çocuk seyircili maç oynama cezası veriliyordu. Boş bir tribünle yalnızca kadın izleyici olmasını eş tutan bu mantık, bir cinsiyeti bütünüyle yok saymaya yönelik korkunç bir tutumdur. Neyse ki bu uygulamadan bugünlerde söz etmiyoruz ama tarihimizde böyle bir durumun var olmuş olması bir utanç değil de nedir?
Türkiye’de kadın futbolu önce “Bayanlar Ligi” adı altında kuruldu. Çünkü kadın demek ayıptı, bayan daha münasipti. O günlerden bugünlere maalesef ki ısrarla değişmeyen algı nedeniyle, kadın ve erkek futbolcuların ücretleri arasında uçurumlar, tesis ve malzeme temini açısından ciddi imkân farklılıkları, reklam ve sponsor bulmakta ciddi eşitsizlikler göze çarpıyor. Ayrıca profesyonelce yapılmayan sözleşmeler nedeniyle sözleşme sonunda bir anda kadın futbolcular ortada kalabiliyorlar. Bu da kadın futbolunun varlığının kabul edilmiş olmasına, büyük kulüplerin kadın sporcular için alan açmasına şükretsek de uygulamaların yeterli olmadığını kanıtlıyor.
Toplumsal rollerin ve kalıp yargıların arasında sıkışmış bu dünyada hep ikinci cins muamelesi gören kadınların mücadelesi her şeye rağmen önemli ve büyük başarılarla sonuçlandı. Her ne kadar süreç ağır işliyor olsa da veya boşa kürek çekiliyor hissi çoğu zaman doğuyor olsa da içimize, kendini var etmekten vazgeçmeyecek sporcu kadınlar, tüm ötekileştiren sözlere kulağını tıkayan, “kadın işi” “erkek işi” dinlemeyen, futbolu bir hobi olmanın ötesine geçirip meslek edinen, bildiği yolda azimle yürüyen sporcu kadınlar, iyi ki varlar.
Kaynakça: