Her alanda olduğu gibi sporun içinde de bir görünen, bir de görünmeyen derin boyutlar var.
Bir sporu tutkuyla yapmamızı, bir müsabakayı aşkla izlememizi sağlayan duygu ve düşünceler ve hatta öğrenilmişlikler, spor yolculuğumuzdaki duruşumuzu belirliyor.
Rekabeti ve mücadeleyi, zaferi ve yenilgiyi, hırsı ve tutkuyu beraber çoğaltabilmek ciddi maharet istiyor. Yeterince hırslanmadığınızda başarıya ulaşmak zor. Kaygıdan midenize ağrılar girdiğinde ise, performans kaybı ve mağlubiyetle baş edememe riski var.
Tam bu noktada, spor psikologları, sporcuyu bu süreçte sağlıklı tutabilmeye yoğunlaşan uzman kadrolar olarak resme dahil oluyor.
Bu işin okulunu hakkıyla tamamlayan spor psikologlarından Büşra Arığ ile, hem kendi hikayesi hem de bu mesleğin spora kattıkları üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Büşra Arığ, Işık Üniversitesi Psikoloji bölümünden ÖSYM bursu ve Milli Sporcu bursuyla eğitim gördükten sonra onur derecesiyle mezun oldu. Sonrasında aynı üniversitede Klinik (Çocuk ve Ergen) Psikoloji yüksek lisansını tamamlandı. Marmara Üniversitesi Egzersiz ve Spor Psikolojisi alanında eğitim gördükten sonra uzman klinik spor psikoloğu olarak görev yapıyor.
Sizi biraz yakından tanıyabilir miyiz? Sporla ilişkiniz nasıl başladı ve nerelere nasıl evrildi?
1993’te Sakarya’da doğdum, satrançla tanışıklığım altı yedi yaşlarındayken başladı. Türkiye Şampiyonası’na da ilk kez o yıl katıldım. Çok kısıtlı bilgi ve deneyime sahip olmam sebebiyle o turnuvada sondan yedinci oldum.
Takip eden yıllarda derslerimde bazı zorluklar yaşıyordum ve nedenini tam olarak bilemiyordum. O süreçte derslerimin yanında satranç ile daha fazla ilgilenmeye başladım. Sanırım hayatımın bir alanında iyi yapabildiğim bir şeyler görmek beni umutlandırmıştı. Yıllar sonra özgül öğrenme güçlüğüm olduğunu ve disleksi sebebiyle derslerimde zorlandığımı anladım. Bunu anladığımda aslında satrancın o dönemde bana düşündüğümden de iyi geldiğini fark ettim.
Disleksi teşhisi ertesi dönemde satrançla ilişkiniz nasıl evrildi?
Akademik açıdan zorlandığım bir dönemde bir spor veya sanat faaliyeti ile ilgilenmek ve orada başarı kazanmak benim kendime olan inancımın gelişmesini sağladı. On bir yaşımda yeniden Türkiye Şampiyonası’na katılmaya karar verdim.
O yılkı şampiyonada, ilk dört maçımı kazandım, etrafımda benden çok umutlu olduğunu söyleyen meraklı ve heyecanlı bir kalabalık belirmişti. Beşinci maçıma üzerimde ciddi bir stres hissederek çıktığımı hatırlıyorum. Kendimden beklentim yükselmişti, antrenörümü, ailemi de memnun etmem gerektiğini düşünüyordum.
O maçı kaybettim. Sonra altıncı maçımı ve yedinci maçımı da kaybettim. Yedide dört neticeyle etrafımdaki kalabalık tamamen dağıldığını anımsıyorum. Kimsenin beklentisi kalmadığını düşünmek biraz üzmüştü ama aynı zamanda bir rahatlama da gelmişti. Ve ben o yıl dokuzda altı yaparak averajla ilk defa milli takıma girdim.
Performansımın beni de şaşırtacak şekilde değişkenlik gösterdiğini hatırlıyorum. Açık turnuvalar dediğimiz Türkiye’nin birçok farklı ilinde gerçekleşen ve her yaştan kadının katıldığı turnuvalarda Woman FIDE Master ya da Woman International Master olan kadın ustaları yenerken, kendi yaş gruplarımla katıldığım turnuvalarda oldukça kötü sonuçlar alabiliyordum. Türkiye Şampiyonalarına da katılmaya devam ettim, üst üste birkaç yıl dördüncü ya da beşinci oldum.
Final maçına çıktığımda, yani ilk üçün belli olacağı maçlarda kaygı seviyem çok daha artıyordu ve son maçı kaybediyordum. Bu kaygı yükseldikçe maçlarda kalbim küt küt atıyordu, ateş basıyordu. Bunlar sadece benim başıma geliyor sanıyor, herhangi birisiyle hissettiklerimi, yaşadıklarımı paylaşmıyordum.
Bu süreçteki en büyük kırılma ne olmuştu?
Satrançta İstediğim seviyeye gelemeyeceğime ikna olunca bu sporu komple bırakmaya karar verdim, aynı zamanda lise giriş sınavlarına da hazırlanmam gerekiyordu. Kararımı aileme açtım, son bir kez milli takım arkadaşlarımı da görmek için, onlarla vedalaşabilmek için şampiyonaya gitmek istediğimi belirttim. Özel bir çalışma yapmak istemediğimi, benim için bir tatil havasında olmasını istediğimi anlattım, kendimce benden bir şey beklemeyin konuşması yapmıştım.
Kararıma saygı duydular, hatta işleri sebebiyle şampiyonaya gelemediler, ben bir tanıdığımızla beraber gittim. Katıldığım en rahat turnuvalardan biri oldu, önceki yıllarda hep yenildiğim rakipleri rahatlıkla yenebildiğimi gördüm ve çok şaşırdım. Ve o yıl o turnuvada yenilgisiz bir şekilde on beş yaş kategorisinde Türkiye Şampiyonu oldum.
Bu değişen ruh halim neticesinde elde ettiğim şampiyonluğun da etkisiyle yapmak istediğim meslek kafamda netleşti ve psikoloji okumaya karar verdim.
Satrancı komple bırakma fikrinden Türkiye Şampiyonluğuna uzanan süreç. Psikolojik olarak nasıl değişimler yaşadınız sonrasında?
Şampiyonlukla beraber satranca devam etmeye karar verdim tabii. Her açıdan çok keyifli bir yıl geçirdim, ta ki bir sonraki Türkiye Şampiyonası’na kadar… “Bu sene şampiyon olamazsam” kaygısı tüm maçlarda beni çok etkiledi, mağlubiyetler aldım, en zorlandığım turnuva oldu diyebilirim. Beş saat süren maçlarım oldu. O yıl bir şekilde tekrar milli takım havuzuna girebildim. Milli takıma giren diğer arkadaşlarımın da benim yaşadığım kaygılarını yaşadığını gördüm ve psikoloji okumak istediğimden emin oldum.
2012’de Dünya Olimpiyatlarına katılmaya hak kazandım. O turnuvadan sonra kendi açımdan artık satrançta ilerlenecek bir adım da kalmadığını düşündüğüm için, hem de mesleki olarak hedeflerimi belirlemeye başladığımdan katıldığım turnuvalara performanstan ziyade gözlem yapmaya yöneldim. Yenilirken ve kazanırken beden dilinin ve tepkilerin oyuncularda nasıl değiştiğini anlamaya ve araştırmaya başladım.
Benim için artık iş sadece satrançtan çıkmıştı, tüm olimpiyatları ve takip ettiğim spor müsabakalarını başka bir gözle takip ediyordum. Birçok spor dalında beklentinin artmasıyla kaygının da yükseldiğini ve bu kaygının performansı ve tüm ruh halini çok yakından etkilediğini gözlemliyordum.
Böylelikle spor psikolojisi alt dalında uzmanlaşmak istediğimden emin oldum.
2015 ve 2020 yılları arasında her yıl Türkiye Şampiyonalarında tüm yaş grupları için psikolog olarak görev aldım. Halen, tenis, yüzme gibi birçok farklı dalda da spor psikoloğu olarak çalışmaya devam ediyorum.
Spor Psikoloğunun sporcu açısından en önemli fonksiyonlarını nasıl tanımlarsınız? Bir sporcu neden bir spor psikoloğuna ihtiyaç duyar?
Burada biraz algı karmaşası olduğunu düşünüyorum. Sanki bir şeyler kötü gittiği zaman, bu gidişatı tersine çevirmek için spor psikoloğuna ihtiyaç var gibi düşünülebiliyor. Bu doğru değil.
Psikoloji, performansın önemli bileşenlerinden biri. Nasıl fiziksel antrenman süreçte çok önemliyse, o sürecin psikolojisi de çok kıymetli. Spor psikoloğuyla yol alan sporcu, kendini daha iyi tanır, güçlü ve zayıf yanlarına dair farkındalığı ve dayanıklılığı artar. Olumsuzlukları tolere edebilme, aynı zamanda da iyi giden şeylerin farkına varıp daha da iyi olabilmenin yollarını aramada spor psikoloğu ve sporcu çok yakından çalışır.
Birçok elit sporcu, psikolojik beceri antrenmanları yapıyor. Bu antrenmanlarda sporcu kendisi için doğru hedefi belirleyebilmek, motivasyonunun etkileyen faktörleri anlamak, zihinsel antrenman içerisinde imgeleme gibi teknikleri kullanabilmek anlamında kendini eğitiyor. Tüm bu faktörleri performansının içerisinde kullanabilmesini öğreniyor.
Kendi hikayenizi anlatırken birkaç kez “beklentisiz olduğumda çok daha iyi sonuçlar aldığımı gördüm” dediğinizi duydum. Şimdiki bilgi birikiminizle o zamanki halinize bakarsanız beklentiyle başarı arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız?
Her sporcuya iyi gelen şey birbirinden farklı olabiliyor, neticede hepimiz biriciğiz. Bana gelirsek, ailem ya da antrenörümün bana karşı yoğun baskı içinde olduğunu hatırlamıyorum. Tabii zaman zaman kaybettiğim için üzüldüklerini görüyordum. Ama bu durum yüzünden ailemin bana küstüğü ya da beni cezalandırdığı bir durum yaşamadım. O dönemde tam olarak ne yaşadığımı anlamıyordum. Ama bugün kendi hikayeme baktığımda farklı şeyler görüyorum. Spor psikolojisi alanında eğitim aldığım zaman fark ettim ki aslında baskı sadece olumsuz durumlarla olmuyor, olumlu olanın altını çok çizmek de baskıya neden olabiliyor. Ailem ya da antrenörlerim bunu bilinçli bir şekilde yapmıyordu tabi, ama kazandığımda ne kadar mutlu olduklarını, benzer şekilde çevremdeki takdir ve sevinci gördükçe, bir sonraki sefer için daha büyük bir kaygıyı omuzladığımı şimdi fark ediyorum. “O olumlu olanı yeniden hepsine göstermem lazım” düşüncesi ciddi bir baskı oluşturuyordu üzerimde.
Tam da bu nokta, spor psikolojisinde de çok sık çalıştığımız yer. Bu yüzden sadece sporcuyla değil, onun bu yolculuğuna yakından eşik eden ebeveynler, yöneticiler, antrenörlerle de çalışıyoruz.
Olumsuz düşünceler sık tekrar edildiğinde, değiştirilmesi güç inançlara dönüşebiliyor. “Ben bunu yapamam” fikri çok fazla dile geldiğinde “ben bunu başaramam” inancına dönüyor. Spor psikoloğu olarak bu düşünceleri aşmak adına sporculara bazı sorular sorarak, bunun böyle olmadığına dair kanıtları sporcunun bulmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz. Olumlu iç sesi oluşturabilmek ve ihtiyaç anında duyabilmek, bir sporcunun hayat boyu ihtiyaç duyacağı bir yeti, bunu geliştirebilmek son derece önemli.
Sporcuya destek olabilecek noktada ideal sporcu ebeveyni nasıl olmalı?
Özellikle bireysel sporlarda, on-on iki yaş civarındaki genç sporcuları düşündüğümüzde, çocuğun keyif alıyor olması, o müsabaka ve antrenman ortamında ve o sosyal çevrede bulunmaktan memnuniyet duyması bizim için çok önemli.
Ebeveynler, çocuklarının küçük yaşlarından itibaren çok sonuç odaklı yaklaşabiliyor bu tip faaliyetlere, yarışların doğası gereği de bu durum tetikleniyor. Benim bu noktada ebeveynlere önerim, mümkün olduğunca sonuca atıfta bulunmadan, sürece odaklanmaları ve bunu ifadeleriyle, mesajlarıyla çocuğa da iletmeleri olur. Bazen antrenör ya da ebeveyn “olsun, canın sağ olsun” diyor ama aslında yüz ifadesi bambaşka şeyler söylüyor, bu durumu çocuk elbette fark ediyor. Siz çocuğu ne kadar tanıyorsanız, çocuk da sizi o kadar tanıyor. O yüzden tüm tavır ve yaklaşımınızdaki samimiyet son derece önemli.
Rekabet çocuğun yaş olarak çok daha ileride algılayabildiği bir kavram, o an çocuk orada keyif almak için var. Ebeveyn de bu sporla uğraşmanın çocuk açısından kazanımlarına ve ilişkilerinin gücüne güvenerek tüm sürece eşlik edebilmeli.
Sporcu, koşulsuz kabulü her durumda alabildiğini, sonuca göre ilginin ve sevginin değişmediğini bildiği noktada, çok daha rahat performans sergiliyor. Müsabaka sırasında içeride bir mücadele varken, sporcu kabulle ilgili bir güvensizlik hissediyorsa, dışarıda onu bekleyen bir diğer mücadele için de hazırlık yapmaya, iki mücadeleyi birden taşımaya çalışıyor. Ve durum, performansı etkilediği gibi psikolojiyi de birçok açıdan etkiliyor.
Çocuk, kazandığında da kaybettiğinde bununla başa çıkabilecek bir ebeveyne sahip olmak istiyor özünde. Ancak bu noktada, içerideki mücadeleyi tamamen içselleştirebilir; “bu tam anlamıyla benimle ilgili bir mesele, kazansam da kaybetsem de benimle alakalı, bu işi sevdiğim için buradayım ve elimden geleni yapacağım” noktasına ancak böylelikle gelebilir.
Olası yenilgi ertesinde de, bu duygunun yaşanıp sindirilmesine zaman ve olanak tanımak gerekiyor. Hemen eleştiri ya da öneri de bulunmak da, duyguyu yok saymak da doğru değil. Yaşanan bir durum, sporcuda yoğun bir duyguya yol açıyor. Bu noktada eşlikçilerin sabırlı ve sükunet içinde, sunabildikleri tüm şefkati sporcuya sunması sürecin sağlıklı ilerlemesi için en etkili yöntem olur diye düşünüyorum.
Başarıya giden yolda hırsın, yenilgiye çıkabilecek kapıda da kaygının nasıl karşılanması gerekir?
Başarıya giden yol, her sporcu için son derece öznel bir yol. Kimin kafasında bir derece vardır, kimi alanında dünyanın en iyisi olmak ister, kimiyse takımıyla bir olup bir şeyi beraber yaptığında kendini başarılı hisseder. Bu sebeple başarıya götüren tek bir duygu vardır demek de doğru değil. Bazı kişiler, istemediği bir sonuçla karşılaştığında çok hırslanarak, o neticeyi değiştirmek adına var gücüyle çalışıp başarıya ulaşabilir. Bazısı için de ani bir mağlubiyet çok yıkıcı olabilir, bir anda kendini tamamen kapatır.
Müsabaka boyunca ve hemen ertesinde birçok duygu aynı anda yaşanıyor ve tüm bu süreci yönetmek, sporcu için de oldukça zor. Sporcu kendini daha iyi tanıdıkça, neyin ona iyi geldiğini anladıkça, hedefine ulaşması daha kolaylaşıyor.
Kendini tanıma yolculuğunda sporcu, “benim en iyi performansım neredeydi?”, “benim en zorlandığım yer neresiydi, orada neler oldu ve nelerle karşılaştım?”, “antrenmanlarımda hangi duyguları yaşıyorum?”, “ben bu duyguları yaşarken, bu duygular nelerle ortaya çıkıyor? gibi soruları derinlemesine düşünmeli ve analiz edebilmelidir.
Kadın sporculara bu yolculuklarına başarıyla ilerlemeleri için neler önerirsiniz?
Süreç boyunca çevrelerinden gelebilecek, bir şekilde maruz kalabilecekleri olumsuz duygu ve düşüncelerden kendilerini olabildiğince koruyabilmelerini, varlığına ve samimiyetine gönülden inanacakları iç çemberlerinde her daim birkaç kişiyi bulabilmelerini dilerim. Bu iklimin içinde, ebeveynler de, antrenörler de, yöneticiler de önemli role sahip. Çalışmak zaten bu işin merkezinde var, asıl kritik olan “zorlayan süreçleri aşabilmek” için yeterli desteği bulabilmek ve kendine inancı her zaman taze tutmak diye düşünüyorum.