İlk Modern Olimpiyat, 6-15 Nisan 1896 tarihleri arasında Atina’da Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) tarafından düzenlendi. Böylece Antik Olimpiyatların 1500 yıl sonra tekrar canlandırılması sağlandı. Bu fikrin mimarı Pierre de Coubertin’di.
Ancak Olimpiyatların temel amacı, “ideal sporcuları” teşvik etmek ve yetiştirmek değil, “ideal erkekler”e dayalı bir spor platformu oluşturmaktı. Modern Olimpiyatların temelini Antik Yunan kültürü oluşturdu ve bu durum sporun erkek egemen bir düşünceye sahip olmasını destekledi. Dolayısıyla Modern Olimpiyatlar, kadını sadece “dişil bir figür” olarak konumlandırdı, bu da kadınlar arasında örgütlü bir tepkiye yol açtı.
Bu durumu besleyen sadece Antik Yunan kültürü değildi, aynı zamanda Pierre de Coubertin ve Olimpiyat Komitesi üyeleri olan Viktorya Dönemi (1837-1901) düşünce insanları da etkiliydi. Viktorya Döneminde, kadınların en önemli rolü ev işleriyle sınırlıydı. Bu nedenle, Olimpiyatlar bu düşünce sistemi içinde doğdu.
Avrupa’nın o dönemde yaşadığı savaşlar ve yenilgiler, belirli entelektüel kesimlerde güçlü bir ulus inşası fikrini doğurdu. Coubertin’in farklı olan tarafı, sporu güçlü bir ulusun oluşumunun anahtarı olarak görmesiydi.
O dönemde, kadınlar genellikle hasta bakıcılık ve hayır işleri gibi rollerle toplumda yer buluyordu. Olimpiyat Komitesi ise kadınların rekabetçi sporlara ilgi duyacağını düşünmüyordu. Ancak, bu dönemde kadınlar spor alanında tamamen varlık göstermiyor değildi. Burjuva sınıfa mensup kadınlar, tenis, golf ve okçuluk gibi sporlarda faaliyet gösterebiliyordu. Bu spor dallarında var olmalarının en büyük sebebi, o dönemde bu sporların “erkeksi” görülmemesi ve kadınlar için daha kabul edilebilir olmasıydı. Yüzme ve atletizm gibi alanlarda kadınların seyirci olmasına bile şaibeli olarak bakılıyordu.
Biyolojik engellerin ötesinde, kadınların karşılaştığı en büyük engeller toplumsal ve kültürel engellerdir. Kadınları endişelendiren şey, tempolu egzersizler değil, karşılaşacakları baskıdır. Toplumda, kadınların sporla ilgilenmeleri durumunda, rekabet ortamında “erkekleşecekleri” ve anne veya eş rollerini yerine getiremeyecekleri korkusu vardı. Nitekim, Olimpiyat komitesinin bir üyesi olan Karl Ritter Von Halt “Erkek rekabet ederek doğar. Rekabet bir kadının doğasına ayrılıdır.” diyerek bu tepkiyi dile getiridi.
Dolayısıyla, 1896’daki ilk olimpiyatlara kadınların kesinlikle girmesi yasaklanmıştı. Bu durum, ilk kadın tepkisini de beraberinde getirdi. Maraton koşmak istediğini belirten Stamtia Revithi, alayla karşılandı. Ancak Stamtia, rotayı 5 saat 30 dakika gibi bir sürede tamamladı. Bu durum, kadınların sporcu olmasına biyolojik bir engel olmadığını gösteren önemli bir sonuç doğurdu. Bu sonuç, kadınların spor alanında aktif olabileceğinin görülmesini sağladı.
1900 Olimpiyatları’nda kadınlar, tenis, yelken, kriket ve binicilik gibi alanlarda yer aldı. Bununla birlikte, erkeklerin egemen olduğu spor dallarına kadınların katılmasına hala izin verilmiyordu. Bu durumun amacı, kadınların tepkisini bastırmaktı. Fakat Coubertin, bu durumu “Kadının teri bile arenadaki kumları kirletiyor” yorumunu yaptı.
Kadınların bu olimpiyatlarda aldıkları başarılar komitenin söylemlerine kuşku ile bakılmasına sebep oldu. Bu başarılardan “ilk kadın olimpiyat” şampiyonu olan Charlotte Cooper’dı.
Artan tepki ve Komite’nin olimpiyatların yapıldığı yerlerdeki yönetim ve organizasyonlara söz geçirememesi, örgütlü bir kadın direnişiyle birleşti ve sonuç olarak kadın sporcular hızla spor alanında yer almaya başladı. Bu örgütlenmenin mimarı ise Allice Millat’dı.
Bu durum Fransa da ciddi bir tepki halini aldı ve kadın düşmanlığı arttı. Fransa da bu duruma tepki olarak 1911 de FeminaSport, 1915’te ise Academia kuruldu. Bu kuruluşları kuran ve kadın spor hareketinin öncüsü Alice Milliat, Coubertin’e karşı güçlü bir bariyer oluşturdu.
Dünya tarihinde ise kadınların örgütlenmelerini ve eril alanlarda taleplerini güçlendirecek gelişmelerin olması, 1917 yılında kurulan Fransa Kadınlar Spor Federasyonu’nun elini güçlendirdi. Özellikle bu yıl Rusya’da kadınlar seçme ve seçilme hakkını elde ettiler. Bu yıllarda kadın modası da değişim gösterdi. Kadınların saçlarını kısa kesmesi ve pantolonun yaygınlaşması, medya da tepkilere de sebebiyet verdi. 1919 da Milliat’ın Federasyon başkanı seçilmesi ile kadınların faaliyet gösterdiği spor alanları da çeşitlendi. Federasyon adına 1920 da Anvers Olimpiyatlarına atletizm alanında yarışmak için istek götüren Milliat, IOC ve Coubertin’in sert tepkisi ile karşılaştı. Atletizm tamamen erkek görülen bir alandı dolayısıyla Coubertin bu alana yaklaşacak her kadına karşı oldukça sert tedbirler almıştır. Nitekim bunu hakaret olarak gören Coubertin 1923’te bütün uluslararası federasyonlara kadın spor örgütlenmelerini kontrol altına alınması gerektiğini salık verdi.
Sporcu Kadınlara yönelik cinsiyetçi tepkilerin yanı sıra bu durumu oldukça heyecan verici görenler de vardı. Le Journal gazetesi Kadın Olimpiyatları sonrası “M.Ö 776 yılından sonra ilk kadın şampiyon” başlığını attı. L’Auto gazeteleri Kadın Olimpiyatları sonrası “Kadın Sporcular ile Muhteşem Buluşma” adı altında röportajlar yayınlıyordu.
Bu olaylar ile yüzyıllarca korselerini sıkılaştıran kadınlar tepkilerini sıkılaştırmaya başladılar. 1928 yılında Amsterdam Olimpiyatlarına Jimnastik alanında kabul edildiler.
Kadınlara yönelik baskı psikolojik şiddet ile devam etti. Spor yapan kadınların kaslı olmasının rezil görülmesinin yanı sıra cinsiyetler arası “psikolojik” farklılıklar da öne çıkarılıyordu. Kadınların takım ruhu oluşturmadıklarından ve rekabete uygun olmadıklarından yakınılıyordu.
Coubertin, Milliat’a karşı tepkisini günden güne artırarak gösterdi. İlk olimpiyatlarında yasaklanan spor dallarının kadınlara açıldığı 1936 olimpiyatlarında, Coubertin “Kadınların olimpiyatlardaki tek görevinin erkeklere çelenk takmak olduğunu”, “kadın sporcuların görünüşlerinin oldukça korkutucu olduğunu” vurguladı.
Fakat Coubertin’in tepkisi toplumda daha fazla yankı bulamadı. Kadınların spor dallarına katılması ve başarılar elde etmesi cinsiyetçi söylemleri boşa çıkarıyor ve direnişi kırıyordu.
Milliat 1934’te “Independent Woman” verdiği röportaj da kadınlara oy hakkı verilmesi gerektiğini savundu. Bu durumun kadın sporculara daha fazla destek kazanacağını belirtiyordu. Kadınların güçlü bir şekilde temsilinin onların her alanda yapacakları örgütlemeye katkı sağlayacağına inanıyordu.
Alice Mililat’ın Fransa da başladığı bu direniş bütün ülkelere kısa sürede yayıldı. Kadın Sporcular “FeminaSport” ve “Academia”yı örnek alarak sporcu kadınları daha iyi temsil eden organlar kurdu. Bu örgütlenme kadınların olimpiyat oyunlarında hızlıca yer almasını da sağladı.
Milliat’ın bu mücadelesi sayesinde sporcu kadınlar, faaliyet gösterdikleri alanları genişletebildiler. Sporcu erkekler ile eşit haklara sahip oldular. “Narin” kadın sporculara olan bakış açısını kısa sürede değiştirdi. Başlattığı bu mücadele ile artık “Eşitlik İlkesi” Olimpiyatlar da yer almanın önemli bir şartı haline geldi. Bu ilke sayesinde 2024 33.Paris Olimpiyatlarında 32 farklı spor dalında, 306 etkinlikte ilk kez aynı sayıda kadın ve erkek yarışmacı yer alacak. Kuşkusuz bu, Alice ve bu mücadele de görev alan sporcu kadınların en büyük hedeflerinden biri bu eşitliği sağlamaktı. 1900 yılında Paris Olimpiyatlarında ilk zaferini kazanan kadınlar, 124 yıl sonra Milliat sayesinde eşitliği sağladılar. Bu durum kadın ve erkeğin doğuştan eşit olmadığı ve kadını “tipleştiren” bütün argümanları yıktı.
Kaynakça
(5) Viktorya Dönemi İngiltere’sinde Kadın Bedeni Politikaları ve Kadınların Spora Katılımı | Pinar Tasdelen and canan koca – Academia.edu
(5) Baron Pierre de Coubertin’in Olimpizm Felsefesinde Kadın / Woman in the Philosophy of Olympism of Baron Pierre de Coubertin | İbrahim Yıldıran – Academia.edu
How Alice Milliat brought women into the Olympics (rte.ie)
Memiş, U. A. & Yıldıran, İ. (2011). BATI KÜLTÜRLERİNDE KADINLARIN SPORA KATILIMLARININ TARİHSEL GELİŞİMİ . Gazi Beden Eğitimi ve Spor Bilimleri Dergisi , 16 (3) , 17-26 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/gbesbd/issue/28052/305080